Siyanür’ün politiği, sosyolojisi, ekolojisi

Yayınlama: 15.07.2024
A+
A-

BERGAMA’DAN SİYANÜR GÜNLÜKLERİ-1. 

Çevre, ekoloji hızla hayatımızı belirler hale geliyor.

Aslında Dünyamız bir çevre!

İnsanın var oluşu bu çevrede.

Yoksa yok olacak!

Yavaş yavaş gözleri açılıyor mu insanların?

Yoksa geç mi kalınıyor?

Politika, sosyoloji neler diyor bu konuda?

****

İkinci Dünya Savaşından sonra Dünya’da; nükleer kirlenme ve atom santrallarının yarattığı riskler, asit yağmurları, ozon tabakasının incelmesi, karbon salınımı, genetiği değiştirilmiş tarım ürünleri ve çiftlik hayvanları ve gittikçe şiddetleşen  küresel iklim değişikliği ile ilgili sorunlar  belirginleşiyor ve bunlar “Toplumlar” ve “Karar Vericiler”  tarafından fark ediliyordu.

1972’de Stockholm’de “Birleşmiş Milletler İnsan Çevresi Konferansı”nda birçok devletin temsilcileri durumu tartıştı. Birleşmiş Milletler “Çevre Programının” oluşturulması kararlaştırıldı. 

Bu  ortama paralel olarak Dünya’da, insanların da bu konudaki duyarlılığı artıyor, bireyler ve örgütlü gruplar yüksek sesle kötü gidişe itiraz etmeye başlıyordu.

Bu tepkisel birikim, önce Almanya’da çevresel ve toplumsal sorunları geniş bağlamda ele alan “Yeşiller Partisi”nin doğmasına yol açtı. “Greenpeace” gibi örgütler ortaya çıktı.

Çevre sorunlarının bir siyasal ve kitlesel boyutu olduğu da anlaşılmıştı artık. 

***

Türkiye’de de çevre sorunlarına ilişkin ulusal bir politikanın oluşturulması, farklı yazılı kurallar ve uygulayıcı kurumlar arasındaki eşgüdümün sağlanması için Bülent Ecevit’in Başbakanlığı zamanında 12.08.1978 yılında, Bakanlar Kurulu kararıyla, Başbakanlığa bağlı “Çevre Müsteşarlığı” kuruldu. 

Türkiye’de 1970’lerden sonra çeşitli devlet kurumları tarafından, çeşitli kararnamlerle yürütülen çevre koruma uygulamaları ve  bununla ilgili girişmilere dair yasal düzenleme ilk kez, “Çevre Kanunuyla”, 11.08.1983’de yapıldı. 

Yasayı “12 Eylül Cuntası” çıkarmıştı. 

Faşizan uygulamalarıyla binlerce kişiye zarar veren; öldüren, hapseden, özgürlüklerinden yoksun bırakan, ülkeyi demir bir cendereye sokan “Cunta” giderek ayak bir “Çevre Kanunu” yayınlamıştı.

Devlet’in çevre kirlilği sorunularına karşı önlem alma sorumluluğu, daha önce yapılmış hazırlıklar, uluslarası toplum zorlamış olmalıydı ki 12 Eylül 1980’de Türkiye’de iktidara el koyan askeri cunta 11.08.1983’de böyle bir kanun çıkarmıştı.

İki ay sonra, 6 Kasım 1983’de yapılan “Genel Seçimler”le “Cunta”nın bıraktığı “görünür iktıdarı” Turgut Özal Başbakanlığında  ANAP alacaktı. 

Turgut Özal,  partisinin 26 Mart 1989 yerel Seçimlerinde aldığı ağır yenilginin ardından 9.11.1989’de Cumhurbaşkanı seçildi.

Bu seçimden hemen önce, 9.10.1989’de bir Kanun Hükmünde Kararnameyle Başbakanlığa bağlı, tüzel kişiliğe sahip “Özel Çevre Koruma Kurumu Başkanlığı” kuruldu. Bu da çevrenin  korumasıyla ilgili diğer bir kurumdu.

Sonra bu kurum 17.08.2011 tarihinde oluşturulacak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlanacaktı.

Bu bağlamda Devletin “çevre politikaları ve uygulamaları” değişen siyasal konjektüre göre şekilleniyordu. 

***

Türkiye, ilk göze batan şiddetli çevre sorunu ve bu duruma tepkiyle, 1989 yılında ilk kez Bergama’da karşılaştı.

Dünya’nın birçok yerinde topraktaki altını tüketen Çok Uluslu Şirketler gözlerine Türkiye’yi kestirmişlerdi. 

Artık iri taneli altın doğada kalmamıştı. Bir tonunda 2-3 gr altın bulunan toprağa/öğütülmuş kayaya “maden” diyordu bu şirketler.

Ancak bu altın, toprağın “siyanür” (CN) denilen dünyanın en tehlikeli zehriyle ya da çok yakıcı sülfirik asitle (H2SO4-Zaç yağı)  işlem görmesiyle elde edilebiliyordu. Geride kalan, içinde arsenik, kadmiyum gibi öldürücüler bulunan “ağır metalli” atıklar ayrıca çok önemli bir tehditti.

Devletin bir kesimi bu tür bir işletmeye kuşkuyla bakarken bir kesimi de bu madenin işletilmesine çok istekliydi.

Elde edilecek altınla bir türlü düzelemeyen Türkiye ekonomisinin kurtulacağı düşünüyordu.

Oysa, “Siyanürlü Altın Madenleri”nden, zehirci çok uluslu şirketler dışında hangi ülke zengin olmuştu ki (!)

Türkiye’nin de zengin olacağı sanılıyordu!

Tabii ki bundan çok para kazanacağını planlayan, ülke “karar vericileri” üzerinde çok etkili yerli ve yabancı odaklar vardı.

***

Öte yandan Siyanürlü Altın Madenleri Dünya’nın birçok yerinde sorunlar yaratmış, sayısız çevre felaketine neden olmuştu.

Canlılar ölmüş, doğa tahrip edilmişti.

Ancak Türkiye’de de Siyanürlü Altın Madenleri işletilmeye başlanmadan önce de sevinenler vardı!

“Ersin Faralyalı” gibi İzmir Milletvekili Bakanlar sevinçten uçmuştu bir ara.

Ancak bu işletmeye izin verecek,  kurallar koyacak, denetleyecek Devlet Kurumlarının bu konuda ne bilgisi vardı ne de tecrübesi!

Böyle bir şey görmemişlerdi.

Gerçi 11.08.1983 yılı tarihli 2872 nolu Çevre Kanunun 10. Maddesinde:  “Gerçekleştirmeyi planladıkları faaliyetleri sonucu çevre sorunlarına yol açabilecek kurum, kuruluş ve işletmeler bir “Çevresel Etki Değerlendirme Raporu” hazırlarlar. Bu raporda çevreye yapılabilecek tüm etkiler göz önünde bulundurularak çevre kirlenmesine sebep olabilecek atık ve atıkların ne şekilde zararsız hale getirilebileceği ve bu hususta alınacak önlemler belirlenir.”, deniyordu ama o güne dek raporlaştırılmış ÇED (Çevre Etki Değerlendirmesi) MED yapılmamıştı ülkede. 

Yapılacaksa nasıl yapılacağına dair bir yönetmelik bile yoktu.

***

500 küsur yerde Bergama’daki gibi altın cevheri olduğu keşfedildiği söylenen Türkiye, Siyanürlü Altın Madencilerinin iştahını kabartmıştı.

Bergama’ya gelen EUROGOLD adlı siyanürcü şirket müthiş güce sahip ortaklardan oluşuyordu.

Avustralyalı Normandy Poseidon görünüşlü ABD; Kanada görünüşlü Alman Metalgesellschaft; doğrudan Fransız Devletinin BRGM şirketi Bergama’da bir aradaydı.

Üstelik, Nazi kamplarından topladıkları altınları satan Degussa adlı Alman şirketi Siyanür tedarikçisiydi.

İşin ilginci Almanya’da “siyanür”ün alınıp satılması yasakken, Alman siyanür imalatçısı bu şirket Türkiye’ye siyanür zehri satmayı hazırlanıyordu.

Alman Dresdner Bank, İngiliz Royal Bank of Scotland, ABD’li JP Morgan Chase Manhattan Bank işletmeye finansördü.

Bunlar uluslararası ya da global sermayenin en etkin paydaşlarıydı. 

Ve toplanıp bereketli Bakırçay Ovası kıyısında, Bergama’nın “Ovacık” köyüne üs kurmaya giriştiler.

Diğer yandan da TÜPRAG adıyla Alman Preussag şirketinin uzantısı, bir başka çokuluslu şirket Havran-Balıkesir’e gelmiş Kaz Dağlarının altınını alıp toprağını zehirlemeye niyetliydi.. 

Tabii ki asıl hedef Bergama’ya yerleşip tüm Türkiye’yi fethetmekti.

***

Önce Bergamalılar yörelerinde altın var diye sevindiler.

“Altın herşeyi satın alabiliyordu”, çünkü. 

Kendilerine de bir pay düşer sandılar!

Sonra adım adım öğrendiler siyanürü, arseniği, ağır metallleri. Zehirci şirketlerin dünyada ne haltlar işlediğini.

Haklarını hukuklarını bildiler.

Kimsenin öngörmediği, beklemediği, benzeri olmayan olaylar gelişti Ege’nin toprağında.

Ege insanı emperyalist şirketlere karşı “dik durdu”.

Boyun eğip itaat edeceğine ayağa kalktı!

***

Bergama’da son 35 yılda yaşananlar, yaşanmakta olanlar Türkiye’nin politik, ekonomik, toplumsal, ekolojik sorunlarına ışık tutabilir. 

Toplumsal hafıza hazinemizdir.

Sefa Taşkın

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.